Üç çocuklu bir memur ailesinin ilk çocuğu olarak Ankara’da doğdum. Babam yakışıklı, sevecen, nazik, giyimine kuşamına çok düşkün biriydi. Kışın ortasında, her yerin çamur deryasına döndüğü günlerde bile ayakkabıları pırıl pırıl durur, sabahları siyah paltosunu ve fötr şapkasını giyer, hepimizi teker teker öpmeden evden çıkmaz, bizi hem çok sever, hem de bize çok saygılı davranırdı.
Annemse, bütün anneler gibi çok fedakar bir kadındı. Onun her şeyi kocası ve çocuklarıydı. Babamdan çok annemden korkardık. Disiplinliydi, derslerimize çok önem verir, bizi her zaman özenle giydirir, okul dışında evden çıkmamıza kolay izin vermezdi. Evin ilk çocuğu olarak özellikle benden beklentileri yüksekti.
Elinden her iş gelir, misafiri çok sever, onları en iyi şekilde ağırlar, bizim de ona her konuda yardım etmemizi ister, en küçük yanlışımızda bize çok kızardı. Ancak biz üç kardeş, her zaman kale gibi birbirimizin arkasında durur, böyle olduğunu görmek annemin de hoşuna gider, öfkesi çabuk geçer sonra da bizi mutlu edebilmek için elinden geleni yapardı.
Mutlu bir ailenin ilk çocuğu olarak Ankara’da dünyaya geldim. Yazıya ailemin mutlu olduğunu söyleyerek başladım çünkü insanın doğduğu evde ilk tanıdığı duygular eğer olumlu duygularsa, hayatı boyunca iyiliğe, güzelliğe, mutluluğa daha yakın hissediyor kendini.
Babam yakışıklı, sevecen, giyimine kuşamına düşkün, bizlere hep çok saygılı davranan bir adamdı. Annemse bütün anneler gibi çok fedakâr bir kadındı. Elinden her iş gelir, misafiri çok sever, biz çocukların da evde sorumluluk almamızı isterdi.
Akşam yemeklerinde hep birlikte sofraya oturmak bizim evin en önemli kurallarından biriydi. Hep birlikte konuşa gülüşe yenirdi o yemekler.
Ben o zamanki adıyla Maarif Kolejinin (TED) iyi öğrencilerinden biriydim. Üniversiteyi annemin de yönlendirmesiyle Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesinde okudum.
Fakültenin ikinci sınıfına geçtiğim yıl TRT’nin açtığı spikerlik sınavlarına girdim. Orayı kazanmak benim için o zaman çok uzak bir hayaldi ama önce TRT radyolarında sonra da yeni kurulan TRT televizyonunda spiker olarak göreve başladım.
Tıp Fakültesi bitene kadar süren ve beni çok yoran, bir yandan da çok heyecanlandıran macera da böyle başladı. Okul bitince beş yıldır kadrolu memur olarak çalıştığım TRT’den ayrıldım ve Hacettepe Üniversitesi Psikiyatri bölümüne asistan olarak girdim.
Bir süre sonra da yıllardır okulda aynı sıralarda oturduğumuz, sınavların çoğuna birlikte girdiğimiz Aydın’la evlendim. Eşim de babam gibi çok yakışıklı, çok karizmatik biriydi. Birbirimizi iyi tanıdığımızdan evlilikte pek fazla sorun yaşamadık. Zaten o dönem ikimiz de sıklıkla geceleri hastanede nöbette oluyor, birbirimizi pek fazla göremiyorduk.
Sonra kızım Yağmur dünyaya geldi. Babamı kaybettiğimizde Yağmur henüz iki yaşındaydı ve ben ilk kez ölümle bu kadar yakından tanışmış ve bu acıyı iliklerime kadar hissetmiştim. Beş yıl sonra da oğlum doğdu ve adını Hasan koyduk.
Eşim de ben de uzman doktor olmuş, hastane nöbetlerimiz azalmış, üniversitenin öğretim görevlisi kadrolarına atanmıştık. On yıl süreyle çok severek görev yaptığım Hacettepe’den ayrılıp muayenehane açtım çünkü çocuklarım henüz küçüktü ve ben onlarla daha yakından ilgilenmek istiyordum.
Muayenehanemdeki Kırmızı Odamda geçiyordu hayatım. Hayat akıp gidiyordu önümden ve hastalarımın çoğu bana açık açık “Siz ölürseniz, biz ne yaparız?” der olmuştu.
Çocukluğumdan beri hiç vazgeçemediğim dünyayı keşfetme merakımı sonunda hastalarım yerine getirmiş, bana yüz binlerce farklı dünyanın kapılarını açmışlardı. Üstelik bu kapıların her birinin ardında dünyanın sırrı gizliydi…
İşte yazmaya o sıralar karar verdim. Hemen ardından da “Sen ölürsen biz ne yaparız?” diyen hastalarım ve ruhsal yardım almaya ne kadar çok ihtiyaç duyduğunu bildiğim insanlarımız için, ülkemizin ilk psikiyatri merkezi olan ve T.C. Sağlık Bakanlığından ruhsatlı Madalyon Psikiyatri Merkezini kurdum.
Artık ben de yalnız değildim; büyük bir kadroyla birlikte hizmet veriyorduk. Yaşamak için yepyeni bir amacım daha olmuştu: daha çok insanın psikiyatrik yardım almasını sağlamak… Üstelik klinikte, belki de ülkemizde ilk kez psikiyatristlerle uzman psikologlar hastalarımıza birlikte hizmet veriyorlardı. Eskisinden daha çok yorulsam da mutluydum.
2007 yılında eşim Aydın’ı kaybetmemle birlikte hayatıma kara bulutlar çöktü. O sıralar bir daha hiç gülemeyeceğimi sanıyordum ama hayat devam ediyordu. Torunum küçük Aydın’ın dünyaya gelmesi tüm aileye çok iyi geldi.
Acının en iyi ilacı her zaman çalışmaktır. O dönem ben de her zamankinden daha çok çalışarak acımı küllendirmeye gayret ediyor ve gündüzleri hastalarıma bakarken geceleri de kitap yazmaya devam ediyordum.
Okuyucularımdan gelen mesajlar beni daha çok yazmaya teşvik etti. Zamanla yazdığım kitaplar televizyonların sevilen dizileri arasında yer aldı. Kitapçıları gezerken onları en çok okunanlar listesinde görmek, imza günlerinde okurlarımın bana gösterdiği inanılmaz ilgi ve sevgi seli, çağrıldığım pek çok vakıf ve dernekte verdiğim konferanslar, radyo ve televizyon kanallarındaki söyleşiler, dizilere gösterilen yoğun ilgi ve insanların gösterdiği yakınlık sayesinde hiç bıkmadan, usanmadan, yorulmadan çalışmaya devam ediyorum.
Aldığım ödülleri çalışma odamda çok özel bir dolapta muhafaza ediyorum.
Hayat izin verdiği sürece de, her zaman kutsal bir varlık olduğuna inandığım ve çok sevdiğim insanlarımıza elimden geldiğince sevgiyle dokunmaya ve yazmaya devam edeceğim…
En derin saygı ve sevgilerimle,
Gülseren Budayıcıoğlu
Bilgilerinizi iletmenizin ardından en kısa sürede temsilcilerimiz sizi arayacaklar.
Sporda başarı, yalnızca fiziksel ve teknik becerilerle sınırlı değildir. Antrenman...
Zorlukları, çatışmaları ve dönüşümüyle bir ruhsal yolculuk Annelik, dışarıdan bakıldığında...
Hepimizin bildiği pamuk prenses masalında cadı kraliçe aynanın karşısına geçer...
Madalyon Klinik
Kumar bağımlılığı, kumar oynama sebebiyle beynin etkilenmesi sonucu kişinin kumar...